30 Ağustos 2009 Pazar

Something About Us...

It might not be the right time
I might not be the right one
But there's something about us i want to say
Cause there's something between us anyway

I might not be the right one
It might not be the right time
But there's something about us l've got to do
Some kind of secret l will share with you

I need you more than anything in my life
l want you more than anything in my life
I'll miss you more than anyone in my life
l love you more than anyone in my life

(l've always had some problems with the time... Timeless time)

Şaka Bu




Ayak tırnağımı kapının altına sıkıştırarak, çektirmek suretiyle üç gündür kımıldayamadan yattığımdan artık bugün saçmalamak istiyorum. Kendimi çölde karayı görme umuduyla son gaz yürüyen ama sonunda kutup ayısı ile karşılaşan ''bahtsız bedevilere'' benzetiyorum buaralar. Evet, gerçekten öyle. Her ne kadar hayat üzerine fazla kafa yormasam da, bir şeyler ters gitti mi herşey ters gidiyor olmalı. Saçmalık... Yarın da pansumana gideceğim ki, demeyin keyfime. Gitmeden en yakın efes bayisine uğramak gerek gibi geliyor. Şaka gibi... Aslında bu duruma düşmemin sebebi de bir şaka. Sevgili bir arkadaşımın şakası. Ayağıma baktıkça güzel dileklerimi iletiyorum kendisine, saat başı. Bir de ben hayatımın sonuna kadar gideceğim yere ''yürüyerek'' gitmek zorundayım sanırım. Araba kullanamadığım gibi, tekerlekli sandalye, koltuk değneği gibi bilimum gereksiz araçları da kullanamıyorum. Böyle bir kabiliyetim yok, evet. Şimdi değerli okuyucular, elele verip sinerji yaratmalıyız. Yarın ki pansumanda fazla acı çekmemem için. En azından şu kısa yazının bu kısmına gelen her okuyucu bana iyi dileklerini iletirse, eminim sargı bandının ayağıma yapışan kısmını çekilirken hissetmeyeceğim, batikon döktüklerinde canım yanmayacak ve tırnak yeniden çıkana kadar Ankara yollarında şen şakrak yürüyebileceğim.


(PS: Saygıdeğer ülkemiz ''abazalarının'' laf atmalarına bile razıyım:()

14 Ağustos 2009 Cuma

Mesela Mesela...

Mesela mesela;
Lidyalılar parayı hiç bulmamış olsa mesela...
Adam ve Havva elmayı yiyip ilk günahı işlemese,
Günah ve sevap olmasa mesela...
Birine cennete gitmek için iyilik yapmasak mesela...
Fast-food ve bilimum ''süper'' yiyecekler zararlı olmasa mesela
Sebzeler de faydalı olmasa
İçki ve sigarayla beslenip hiç kanser olmasak mesela
Doktor da olmasa tıp'ta...
Virüs mü? O da ne? Mesela...
Mevsimler olmasa, baharda kitlenip kalsa mesela...
Sadece kuşların değil bizim de kanatlarımız olabilse mesela...
Dünya yuvarlak değil de düz olsa koşup koşup atlayabilsek mesela
Din diye bir şey olmasa,
Allah'a korktuğumuz için değil sevdiğimiz için ibadet etsek mesela...
Devlet olmasa, siyaset hiç olmasa mesela...
Kendin pişir-kendin ye usulü mesela..
Dayatmalar olmasa,
Ne eğitim-öğretim hayatı olsa ne de formalar
Kendi kendimizi yetiştirsek mesela
Evet bu yazı daha da uzatılabilir mesela...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Kilit


Kilit;
Tüm gözlere,
Ağızlara,
Kulaklara,
Seslere,
Sevgilere,
Sevgililere,
Sevişmelere,
Bakışmalara,
Fikirlere kilit,
Duygulara,
Kuşlara, böceklere,
Doğaya, denizlere,
Gökyüzüne, kilit
Bilime,
Belki Darwin'e,
İnternet sitelerine,
Notalara,
Fısıltılara,
30 desibelden yüksek tüm seslere,
Eylemlere,
Felsefeye,
Özgürlüklere...
(Sorry, we're closed)


7 Ağustos 2009 Cuma

Lekesiz Aklın Sonsuz Güneşi


Ne saçma bir çeviri değil mi? ''Eternal Sunshine Of Spotless Mind'' ''Sil Baştan'' diye çevirmiş, çevirmenimiz. İyi de etmiş. Diğer türlü işin içinden çıkılmazdı. Neden ''sil baştan'' diye çevirmiş peki? Çünkü filmde sevgilisiyle(?) yaşadığı herşeyi ''yaşanmamış'' saymak isteyen bir kadının öyküsü anlatılıyordu adamla eşzamanlı olarak. Ne güzel değil mi? Bir nevi hafızaya ''reset atmak'' evet evet gerçekten güzel. Mesela hoşlandığınız bir tipin önünde saçmaladınız hemen ''reset atın'' eski sevgiliniz ile bu taşlı yoldan defalarca geçtiniz anılarınızdan kurtulmak için ''reset atın'' karşıdaki barın önünde para vermemek değnekçilerle sıkı bir kavgaya tutuştunuz (sonuç da belli hani) hafızayı sildirin gitsin. Ne kadar pratik değil mi? Anıların olmadığı bir hafıza. Trajikomik gibi. Hani şuan bunu yapmak istemiyor değilim. Evet hiç olmadığı kadar çok.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Léon the cleaner


Şöyleeee 4 milyon dolarlık bir ''gemicik'' alsam da tatile gitsem diyorum bu aralar. Eğer aylık geliri 9 milyar olan başbakanımız (ki eşi de çalışmıyor) oğluna ''gemicik'' hediye edebiliyorsa, bende okul paramdan artırıp naçizane bir gemicik alabilirim, düz hesap... Sonra bu gemicik ile (adını ya Yavuz ya Midilli koyarız) Ege turuna çıkar, önce Bodrum'a uğrar, sahile pusu kurup, 24 saat güneş-altı yapan 3. derece yanık olan ablalarımız, Abercrombie şort mayolu kıllı-kel abilerimizin kafasına birer el sıktıktan sonra, gönül rahatlığı ile magazin programlarında izlemekten olsa gerek, şehir planının bir çıktısı kafamda kayıtlı olan İzmir/Alaçatı'ya uğrar, oradaki temizlik işlerini de bitirdikten sonra, ''gemicik'' ile de işim bitmiş olacağından en yakın limana demir atıp, uygun adım marş pozisyonu alırdım. Evet okuyucu, bunlar güzel hayaller. Mesela ben bu Mathilda'nın Léon'unu aratmayacak titizlikteki, sahil kıyısı temizleme çalışmalarımı yürütürken, siz de şehrimizin gözde barlarında, bir elinde votka-energy bir elinde marlboro kırmızı ''oturmaya mı geldik'' modunda takılan ortaya alaturka-alafranga karışımı, sadece v.i.p girişi kullanan arkadaşlarımız üzerinde bir temizlik gerçekleştirebilirsiniz. Sonra dünya daha yaşanılır (!?) bir yer halini alabilir. Hatta belki uslu olursanız şirinleri bile görebilirsiniz.

20 Temmuz 2009 Pazartesi


Bir şeye zamansız yakalanmaktan nefret ederim... Herşeyin bir zamanı vardır ama değil mi.. Mesela geçen pazar çok uzaklara piknik yapmaya gittik. Dağların tepelerinden geçtik. Ördekler, kazlar, kuzular gördük. Çobanlarına selam bile verdik. Üç arabaya doluştuk. Etler bir gece önceden sosa yatırılmış, mezeler, salatalar hazır. İçecekler için buzluk bile düşünülmüş. Uzakta olduğunu söylemişlerdi. Gidiyoruz... Bitmek bilmiyor. Göl falan varmış dediler. Göle karpuzlarını koymuş, çekirdek çitleyen atletti tipler, ördekleri kovalayan çocuklar tahayyül ettim. Etrafta son yanan mangaldan arta kalan kömürler. Kırık dökük masalar. Her piknikte olduğu gibi. İşte tam bu noktada hazırlıksız yakalandım. Yerlerde çöpler yoktu, hayvanları kovalayan çocuklar da yoktu. Göl kirlenmemişti. Çünkü orada pek fazla insan yoktu. Bundan sonra da olmaması dileklerimle. (Bu sebeple lütfen adres sormayın, adeta cenneten bir köşe diyebileceğim piknik alanımızın yeri hakkında en ufak bir ipucu bile vermeyeceğim ^_^ sevgiler)

16 Temmuz 2009 Perşembe

Sanal savaş


Bu savaş karşıtı söylemler konusunda, her kafadan bir ses çıkıyor, zira caz müziği geçti. Facebook'ta profile Uygur bayrağı koymak bir yana, yine biricik sosyalleşme ağımız facebook'ta Çinlilerin Uygur Türklerini nasıl ''katlettiklerini'' gösteren detaylı ve sansürsüz video bombardımanları bir yana... Eee bunun amacı ne? Bizi bilinçlendirmek mi? Yaşadığımız toprakların tarihi geçmişine de bakacak olursak, savaş konusunda bilinçlenmeye ihtiyacımız yok. ''Bakınız Uygur kardeşlerimiz faciavi şekilde can veriyor aklınızda olsun bağırın çağırın videoların altına küfürler savurun'' gibi söylemlerden öteye gidemez bunlar. Bir cesaret o videoları atıp altına ana-avrat söven ''kahraman'' arkadaşlarımız işsokağa çıkıp eylem yapmaya geldiğinde, mucizevi şekilde ortadan kaybolur. Oturduğun yerden video gönderip, onun ardından sosyalleşmek uğruna kadına kıza birbirinden ''yavşak'' mesajlar göndermek toplumumuzda olmazsa olmaz durumlardan biri haline geldi. Önce kendi pisliğimizi temizlesek belki biraz daha ciddiye alınabilir söylemler de olabilirdi. Savaş karşıtıyız hepimiz, elhamdulillah.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

ıuyuıyuıyuıyuıyıu

13 Temmuz 2009 Pazartesi

''Kör ve Sağır''


Küçük bir kızken, harçlığımı o zaman yeni çıkmış olan ''bilezik şekere'' yatırırdım. O zaman kağıt elli ve yüz binler vardı. Annem daha açık elli olduğundan yüz bin verirdi, babamsa elli bin. O yüzden harçlığımı annemden almaya çalışırdım. Okulun yemekhanesi de vardı ama ben yemekhanenin yemeklerini sevmezdim, incecik minyon bir kızdım. Şekerle beslenirdim genelde... Öğle tenefüsünde bilezik şeklindeki şekerlerden alır koluma takardım, tenefüs boyu onu yerdim... Bir gün şekeri bitiremedim ama atmak da istemedim, derse kolumda şekerle girdim. Öğretmenim çöpe at onu dedi. Çöpe atıyormuş gibi yapıp, sakladım... Küçücük aklımla öğretmenimi kandırabileceğimi sanıyordum, şekeri sıranın altından alıp çöpe attı. Gözlerim doldu, kendimi bir süre tutabildim ancak sonra ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra... Çocukken en büyük derdim buymuş demek ki, elimden şekerimin alınıp çöpe atılması... Dün akşam haberlerinde benim yaşlarımda küçük bir kız çocuğu gördüm. O da benim gibi ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra. Aramızda bir fark vardı yalnız, o çöpe atılan şekerinin başında değil, annesinin cansız bedeninin başında ağlıyordu. Yıllar önce olduğu gibi, boğazımda bir şey düğümlendi, kendimi bir süre tutabildim sonra ben de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Minik bir kız çocuğu, çekik gözlü eli silahlı yabancı adamlar tarafından öldürülen annesi için ağlıyordu. Ben onun çığlıklarını duyabiliyorum belki benim gibi başkaları da var ama bizden geriye kalan büyük çoğunluk, onun sesini duymak istemiyor, sıkıca kapıyor kulaklarını. Annesinin başında ağıt yakan çocuğun sesi boğuluyor. Filistin'de, Irak'ta, Somali'de, Kenya'daki diğer çocukların sesleriyle beraber boğuluyor, duyulmaz oluyor...

22 Haziran 2009 Pazartesi

''monsieur''


Sevgili günlük;
Bugün Neslihanla tunalı'da ismini vermek istemediğim son derece ''Fransız'' bir kafede oturmuş kahvelerimizi yudumlarken içimizi bir hayvan sevgisi sardı ki sorma... O an gözüm dönmüş olacak ki hesabı nasıl ödeyip, kalktığımı hatırlamıyorum, zira kendime geldiğimde pet shop'ta gonzalesleri inceliyordum. ''Ben beyaz olanı istiyorum, beyaz'' dedim adama, o da beyaz olan yavruyu verdi bana tabi ki. Neslihan'ın yavrusu kahveye çalıyordu. Ben adını başta ''speedy'' olarak düşünsem de (gonzales ile uyumlu olurdu) ''monsieur'' koydum o da ''Jean-Pierre'' (son derece fransız) Yavru farelerimizi alıp şen şakrak, zıp zıp zıplayarak Tunalı sokaklarından bir an önce kurtulup eve varmak istedik – böylece hayvanların nefes almaları için üç yerinden delinmiş kapalı kutu içerisindeki çileleri sona erecekti- ancak eve vardığımızda işler umduğumuz gibi gitmedi... Annem yavru fareleri görünce feryat figan bağırmaya, ayılıp bayılmaya
(tabi ki abartıyorum yoksa tadı olmaz) başladı. Böylece yavru farelerimizi aldığımız gibi tekrardan başladığımız yere pet shop'a döndük ve onları iade ettik. Işte tam o an içimden bir şeyler gitti, bir daha asla yeri doldurulamayacak olan... (Evet yine abartıyorum) Mösyö'me doyamadan veda etmek zorunda kaldım...
(Yazar yazısına ''sevgili günlük'' diye başlayarak Kutsal kitapların üçüncüsü olan İncil'e gönderme yapmıştır sevgili okur.)

21 Haziran 2009 Pazar

Birileri beni dinliyor...


Eğer gazetede bir köşem olsaydı (Radikal mesela) eminim kimse yazdıklarımdan bir şey anlamaz ve ikinci gün önce ben ardımdan çantam kapının önündeki kaldırımda yerimizi alırdık. Yazarların hergün nasıl olup da yazacak şeyler bulduklarına şaşırıyorum (gerçi genelde ya birbirleriyle ya da başbakanla kavga ediyorlar) Her neyse konumuz bu değil zaten, beni gazete köşemde kimsenin anlamayacağını bildiğimden, müthiş fikirlerimi anlatmak için onu zapt ediyorum bazen. O bir yandan kahvesini yudumlar, bir yandan sigarasını içerken ben dahiyane fikirlerimi onunla paylaşıyorum o da dinliyor. Evet bence de garip... Cidden dinliyor. Bıkmadan usanmadan dinliyor. Deterministik evrenden, paralel evrenlerden, Schwarzchild Yarıçapı, solucan deliği ve voyager gibi şeylerden bahsetsem bile (ilgililer anlamıştır, zira hepsi zamanla ilgili terimler, zamansız zaman hipotezimi teze dönüştürmek için araştırdığım..) Onun dinlemesi beni mutlu ediyor. Bunu sizlerle de paylaşmak istedim, değerli okuyucular (bazen cidden saçmalıyorum..)

Zamansız Zaman



Sonra, gelecekten hatıralar canlandı beyninde... Henüz yaşamadığı hatıralar. Öyleyse nasıl hatıra olabilir? Size hiç olmaz mı... Aslında, ilk defa gördüğünüz bir insanı çoktandır tanıyor gibi hissettiğiniz... Gözlerine baktığınızda, onun hayatınızın bir parçası olduğunu gördüğünüz... Sanki bir önceki gece beraber içmiş, beraber yemek yemiş, beraber gezmiş, sarılıp ağlamışsınız gibi hissettiğiniz... Sanki çok uzun zamandır tanışıyormuş gibi, onunla konuşmak istediğiniz. Yürüdüğünüz sokakta, bir zamanlar beraber yürümüş gibi hissettiğiniz... Attığınız adımlar da beraberdi bir zamanlar ama geçmişte değil... Zaman benim için hep anlamsızdı zaten. Taktığım saatler de bozulurdu. Birileri zamanla haşır neşir olmamı istemezdi ya da saatçiler bana hep bozuk saatleri verdiler. En başta, henüz teknoloji diye bir şey yokken, zaman da yoktu, sadece gece ve gündüz vardı ve insanlar çok daha mutluydu... Öyle olmalılar. Saatlere bakmak zorunda olmadan, tüm bu koşuşturmacadan, kargaşadan uzak bir yaşam... Hoş değil mi? Otobüse, sınava, okula, eve yetişmek zorunda olmadan yaşamak... Gece ve gündüze göre yaşamak. Bazen zamanın koyduğu kuralların dışına çıkıp, gündüz uyuyup gece gezmek. Gökyüzünü izlemek, sabaha kadar... Güzel olurdu, sürekli zorunlulukları hatırlatan çalar saatlerin kulak tırmalayıcı sesinden uzakta yaşamak...Dakikaları saymadan, zamansız zamanda yaşamak...