22 Haziran 2009 Pazartesi

''monsieur''


Sevgili günlük;
Bugün Neslihanla tunalı'da ismini vermek istemediğim son derece ''Fransız'' bir kafede oturmuş kahvelerimizi yudumlarken içimizi bir hayvan sevgisi sardı ki sorma... O an gözüm dönmüş olacak ki hesabı nasıl ödeyip, kalktığımı hatırlamıyorum, zira kendime geldiğimde pet shop'ta gonzalesleri inceliyordum. ''Ben beyaz olanı istiyorum, beyaz'' dedim adama, o da beyaz olan yavruyu verdi bana tabi ki. Neslihan'ın yavrusu kahveye çalıyordu. Ben adını başta ''speedy'' olarak düşünsem de (gonzales ile uyumlu olurdu) ''monsieur'' koydum o da ''Jean-Pierre'' (son derece fransız) Yavru farelerimizi alıp şen şakrak, zıp zıp zıplayarak Tunalı sokaklarından bir an önce kurtulup eve varmak istedik – böylece hayvanların nefes almaları için üç yerinden delinmiş kapalı kutu içerisindeki çileleri sona erecekti- ancak eve vardığımızda işler umduğumuz gibi gitmedi... Annem yavru fareleri görünce feryat figan bağırmaya, ayılıp bayılmaya
(tabi ki abartıyorum yoksa tadı olmaz) başladı. Böylece yavru farelerimizi aldığımız gibi tekrardan başladığımız yere pet shop'a döndük ve onları iade ettik. Işte tam o an içimden bir şeyler gitti, bir daha asla yeri doldurulamayacak olan... (Evet yine abartıyorum) Mösyö'me doyamadan veda etmek zorunda kaldım...
(Yazar yazısına ''sevgili günlük'' diye başlayarak Kutsal kitapların üçüncüsü olan İncil'e gönderme yapmıştır sevgili okur.)

21 Haziran 2009 Pazar

Birileri beni dinliyor...


Eğer gazetede bir köşem olsaydı (Radikal mesela) eminim kimse yazdıklarımdan bir şey anlamaz ve ikinci gün önce ben ardımdan çantam kapının önündeki kaldırımda yerimizi alırdık. Yazarların hergün nasıl olup da yazacak şeyler bulduklarına şaşırıyorum (gerçi genelde ya birbirleriyle ya da başbakanla kavga ediyorlar) Her neyse konumuz bu değil zaten, beni gazete köşemde kimsenin anlamayacağını bildiğimden, müthiş fikirlerimi anlatmak için onu zapt ediyorum bazen. O bir yandan kahvesini yudumlar, bir yandan sigarasını içerken ben dahiyane fikirlerimi onunla paylaşıyorum o da dinliyor. Evet bence de garip... Cidden dinliyor. Bıkmadan usanmadan dinliyor. Deterministik evrenden, paralel evrenlerden, Schwarzchild Yarıçapı, solucan deliği ve voyager gibi şeylerden bahsetsem bile (ilgililer anlamıştır, zira hepsi zamanla ilgili terimler, zamansız zaman hipotezimi teze dönüştürmek için araştırdığım..) Onun dinlemesi beni mutlu ediyor. Bunu sizlerle de paylaşmak istedim, değerli okuyucular (bazen cidden saçmalıyorum..)

Zamansız Zaman



Sonra, gelecekten hatıralar canlandı beyninde... Henüz yaşamadığı hatıralar. Öyleyse nasıl hatıra olabilir? Size hiç olmaz mı... Aslında, ilk defa gördüğünüz bir insanı çoktandır tanıyor gibi hissettiğiniz... Gözlerine baktığınızda, onun hayatınızın bir parçası olduğunu gördüğünüz... Sanki bir önceki gece beraber içmiş, beraber yemek yemiş, beraber gezmiş, sarılıp ağlamışsınız gibi hissettiğiniz... Sanki çok uzun zamandır tanışıyormuş gibi, onunla konuşmak istediğiniz. Yürüdüğünüz sokakta, bir zamanlar beraber yürümüş gibi hissettiğiniz... Attığınız adımlar da beraberdi bir zamanlar ama geçmişte değil... Zaman benim için hep anlamsızdı zaten. Taktığım saatler de bozulurdu. Birileri zamanla haşır neşir olmamı istemezdi ya da saatçiler bana hep bozuk saatleri verdiler. En başta, henüz teknoloji diye bir şey yokken, zaman da yoktu, sadece gece ve gündüz vardı ve insanlar çok daha mutluydu... Öyle olmalılar. Saatlere bakmak zorunda olmadan, tüm bu koşuşturmacadan, kargaşadan uzak bir yaşam... Hoş değil mi? Otobüse, sınava, okula, eve yetişmek zorunda olmadan yaşamak... Gece ve gündüze göre yaşamak. Bazen zamanın koyduğu kuralların dışına çıkıp, gündüz uyuyup gece gezmek. Gökyüzünü izlemek, sabaha kadar... Güzel olurdu, sürekli zorunlulukları hatırlatan çalar saatlerin kulak tırmalayıcı sesinden uzakta yaşamak...Dakikaları saymadan, zamansız zamanda yaşamak...