30 Temmuz 2009 Perşembe

Léon the cleaner


Şöyleeee 4 milyon dolarlık bir ''gemicik'' alsam da tatile gitsem diyorum bu aralar. Eğer aylık geliri 9 milyar olan başbakanımız (ki eşi de çalışmıyor) oğluna ''gemicik'' hediye edebiliyorsa, bende okul paramdan artırıp naçizane bir gemicik alabilirim, düz hesap... Sonra bu gemicik ile (adını ya Yavuz ya Midilli koyarız) Ege turuna çıkar, önce Bodrum'a uğrar, sahile pusu kurup, 24 saat güneş-altı yapan 3. derece yanık olan ablalarımız, Abercrombie şort mayolu kıllı-kel abilerimizin kafasına birer el sıktıktan sonra, gönül rahatlığı ile magazin programlarında izlemekten olsa gerek, şehir planının bir çıktısı kafamda kayıtlı olan İzmir/Alaçatı'ya uğrar, oradaki temizlik işlerini de bitirdikten sonra, ''gemicik'' ile de işim bitmiş olacağından en yakın limana demir atıp, uygun adım marş pozisyonu alırdım. Evet okuyucu, bunlar güzel hayaller. Mesela ben bu Mathilda'nın Léon'unu aratmayacak titizlikteki, sahil kıyısı temizleme çalışmalarımı yürütürken, siz de şehrimizin gözde barlarında, bir elinde votka-energy bir elinde marlboro kırmızı ''oturmaya mı geldik'' modunda takılan ortaya alaturka-alafranga karışımı, sadece v.i.p girişi kullanan arkadaşlarımız üzerinde bir temizlik gerçekleştirebilirsiniz. Sonra dünya daha yaşanılır (!?) bir yer halini alabilir. Hatta belki uslu olursanız şirinleri bile görebilirsiniz.

20 Temmuz 2009 Pazartesi


Bir şeye zamansız yakalanmaktan nefret ederim... Herşeyin bir zamanı vardır ama değil mi.. Mesela geçen pazar çok uzaklara piknik yapmaya gittik. Dağların tepelerinden geçtik. Ördekler, kazlar, kuzular gördük. Çobanlarına selam bile verdik. Üç arabaya doluştuk. Etler bir gece önceden sosa yatırılmış, mezeler, salatalar hazır. İçecekler için buzluk bile düşünülmüş. Uzakta olduğunu söylemişlerdi. Gidiyoruz... Bitmek bilmiyor. Göl falan varmış dediler. Göle karpuzlarını koymuş, çekirdek çitleyen atletti tipler, ördekleri kovalayan çocuklar tahayyül ettim. Etrafta son yanan mangaldan arta kalan kömürler. Kırık dökük masalar. Her piknikte olduğu gibi. İşte tam bu noktada hazırlıksız yakalandım. Yerlerde çöpler yoktu, hayvanları kovalayan çocuklar da yoktu. Göl kirlenmemişti. Çünkü orada pek fazla insan yoktu. Bundan sonra da olmaması dileklerimle. (Bu sebeple lütfen adres sormayın, adeta cenneten bir köşe diyebileceğim piknik alanımızın yeri hakkında en ufak bir ipucu bile vermeyeceğim ^_^ sevgiler)

16 Temmuz 2009 Perşembe

Sanal savaş


Bu savaş karşıtı söylemler konusunda, her kafadan bir ses çıkıyor, zira caz müziği geçti. Facebook'ta profile Uygur bayrağı koymak bir yana, yine biricik sosyalleşme ağımız facebook'ta Çinlilerin Uygur Türklerini nasıl ''katlettiklerini'' gösteren detaylı ve sansürsüz video bombardımanları bir yana... Eee bunun amacı ne? Bizi bilinçlendirmek mi? Yaşadığımız toprakların tarihi geçmişine de bakacak olursak, savaş konusunda bilinçlenmeye ihtiyacımız yok. ''Bakınız Uygur kardeşlerimiz faciavi şekilde can veriyor aklınızda olsun bağırın çağırın videoların altına küfürler savurun'' gibi söylemlerden öteye gidemez bunlar. Bir cesaret o videoları atıp altına ana-avrat söven ''kahraman'' arkadaşlarımız işsokağa çıkıp eylem yapmaya geldiğinde, mucizevi şekilde ortadan kaybolur. Oturduğun yerden video gönderip, onun ardından sosyalleşmek uğruna kadına kıza birbirinden ''yavşak'' mesajlar göndermek toplumumuzda olmazsa olmaz durumlardan biri haline geldi. Önce kendi pisliğimizi temizlesek belki biraz daha ciddiye alınabilir söylemler de olabilirdi. Savaş karşıtıyız hepimiz, elhamdulillah.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

ıuyuıyuıyuıyuıyıu

13 Temmuz 2009 Pazartesi

''Kör ve Sağır''


Küçük bir kızken, harçlığımı o zaman yeni çıkmış olan ''bilezik şekere'' yatırırdım. O zaman kağıt elli ve yüz binler vardı. Annem daha açık elli olduğundan yüz bin verirdi, babamsa elli bin. O yüzden harçlığımı annemden almaya çalışırdım. Okulun yemekhanesi de vardı ama ben yemekhanenin yemeklerini sevmezdim, incecik minyon bir kızdım. Şekerle beslenirdim genelde... Öğle tenefüsünde bilezik şeklindeki şekerlerden alır koluma takardım, tenefüs boyu onu yerdim... Bir gün şekeri bitiremedim ama atmak da istemedim, derse kolumda şekerle girdim. Öğretmenim çöpe at onu dedi. Çöpe atıyormuş gibi yapıp, sakladım... Küçücük aklımla öğretmenimi kandırabileceğimi sanıyordum, şekeri sıranın altından alıp çöpe attı. Gözlerim doldu, kendimi bir süre tutabildim ancak sonra ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra... Çocukken en büyük derdim buymuş demek ki, elimden şekerimin alınıp çöpe atılması... Dün akşam haberlerinde benim yaşlarımda küçük bir kız çocuğu gördüm. O da benim gibi ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra. Aramızda bir fark vardı yalnız, o çöpe atılan şekerinin başında değil, annesinin cansız bedeninin başında ağlıyordu. Yıllar önce olduğu gibi, boğazımda bir şey düğümlendi, kendimi bir süre tutabildim sonra ben de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Minik bir kız çocuğu, çekik gözlü eli silahlı yabancı adamlar tarafından öldürülen annesi için ağlıyordu. Ben onun çığlıklarını duyabiliyorum belki benim gibi başkaları da var ama bizden geriye kalan büyük çoğunluk, onun sesini duymak istemiyor, sıkıca kapıyor kulaklarını. Annesinin başında ağıt yakan çocuğun sesi boğuluyor. Filistin'de, Irak'ta, Somali'de, Kenya'daki diğer çocukların sesleriyle beraber boğuluyor, duyulmaz oluyor...